İNGİLİZ BÜYÜKELÇİLİĞİ YILLIK RAPORLARINDA ANADOLU’DA MİLLİ HAREKET (1921-1923)
Prof. Dr. Mustafa YILMAZ*
Yıllık raporlar bilindiği gibi elçiliklerin bulundukları ülkedeki siyasi, sosyal, kültürel, askeri, ekonomik, dış politika ve temsil edilen ülkeyi ilgilendiren hemen hemen her konuda ilgili birimlerin yıl içerisinde yaptıkları yazışmalar ve çalışmaların bir özeti niteliğindedir. İlgili yılı takip eden yılın ortası ve bazen sonuna doğru oluşturularak gönderilen raporlar yine ilgili yılda cereyan eden olaylara göre farklı hacimlerde olabilmektedir. (Örneğin 1921 yılı raporu 8 Mayıs 1922 yılında, 1922 yılı raporu 7 Kasım 1923’te 1923 yılı raporu ise 6 Mayıs 1924’te gönderilmiştir ve bunlar 24 ile 41 sayfa arasında değişmektedir.)
Biz tebliğimizde 1921-1923 yıllarına ilişkin raporlarda Anadolu’daki hareket ile ilgili değerlendirmelere değinerek bunların anılan dönemde ve sonrasında İngiliz kamuoyunda yer alan Atatürk ve onun Türkiye’si ile ilgili değerlendirmelerle örtüşüp örtüşmediğini incelemeye çalışacağız.
İstanbul Hükümeti ile Ankara arasındaki ilişkinin iyi olmadığını özellikle padişahın kendisinin aktif bir rol alabileceği ortamı gözlediğini söyleyerek başlayan 1921 yılı raporu, Mustafa Kemal Paşa’nın Sakarya Savaşı sonrası Kamuoyundaki prestijinin doruğa ulaştığına işaret ediyordu.
Bilindiği gibi Mustafa Kemal Paşa önderliğinde Anadolu’da başlayan Ulusal Kurtuluş Savaşına inanmayan ve onu ciddiye almayan İngiliz Kamuoyu sıkça bu hareketin halktan destek görmeyen sınırlı sayıdaki insanların giriştiği bir macera olarak görüyordu.
Raporda, İngiliz Kamuoyunca sıkça dile getirilen İtilaf Devletlerinin aralarındaki çelişkiden istifade ederek kendi milli çıkarlarını gerçekleştirmeye çalışan Anadolu’daki hareketin bu anlamda Osmanlı diplomasi geleneğini devraldığı, II. Abdülhamit ve İttihatçıların uygulamalarından farklı bir uygulama ortaya koymadığı yolundaki genel kanaat tekrarlanıyordu.[1]
Fransızlar ile Adana’nın boşaltılması için anlaşmaya varılmasını İtilaf Devletlerinin zaafı olarak gören rapor, İtilaf Devletlerinin haberi olmadan imzalanan bu anlaşma, “Türklerin özellikle Kemalistlerin uzlaşmaz ve inatçı bir tavır takınmalarına neden” olabilir diyordu.[2]
Mustafa Kemal Paşa’nın İtalya ve Fransa ile ayrı ayrı yapılacak görüşmelerde onların İngiltere’den farklı tavır göstermelerini sağlamak yönündeki politikası ile ilgili olarak; Sakarya başarısı Mustafa Kemal Paşa’nın askeri açıdan prestijini artırmıştı. Franklin Bouillion ile yapılan anlaşma ise siyasi açıdan Ankara’nın durumunu kuvvetlendirmiştir deniliyordu. Rapora göre bu sadece Fransızların Adana’yı boşaltması olarak değil, Ankara’nı İtilaf devletlerinden birisi ile anlaşması olarak algılanmalı idi. Nitekim Milliyetçiler sonuçta ayrı ayrı İtalya ve İngiltere ile anlaşma yapmayı ümit ediyorlardı. Ama İtalya ile yapılan görüşmeler başarılı olmamıştı. İngiltere ile Ankara’nın anlaşma yapma ümidinin olmadığı zaten açıkça ortada idi.[3]
Raporda, İstanbul ve Ankara’nın mali durumunun iyi olmadığı, İstanbul Hükümetinin 1921 yılı bütçe açığının 11.500.000 civarında olduğu ve çalışanlara aylıklarının sekiz veya dokuz ay geç ödendiği belirtiliyordu. Ankara’nın durumu da İstanbul’dan farklı değildi. Ankara üstelik ordunun ihtiyaçlarını temin için her şeyi feda ediyordu. Ama Sevr benzeri yeni önerilerle Türklerin barış yapmasını beklemek ve Türk hükümetine mali baskının etkili olabileceğini düşünmek yanlıştı.[4] Çünkü mali baskı belki gelişmiş ülkeler için etkili olabilirdi ama Türkiye gibi ülkelerde bunu etkisi olamazdı.[5]
Yine İngiliz Kamuoyunda sık sık dile getirilen Türk Sovyet yakınlaşması ve Anadolu’daki hareketin bir Bolşevik harekete dönüşeceği yolundaki endişelere benzer kaygıları 1921 yılı yıllık raporunda örmek mümkündür.[6]
Rapor, Bolşevik ilkelerin Anadolu’da kabul edilmesinin tehlikesine işaret ediyor ve Anadolu’daki hareketin Bolşeviklerle ilişkisini “evlilik akti ile doğan yükümlülüklere” benzetiyordu. Ama Sovyetler İtilaf Devletlerinin aleyhine olabilecek her oluşumu desteklerdi ve bunun için Anadolu’ya silah ve para yardımı sağlamaları normal idi. Kaldı ki, Milliyetçi hareket Avrupa’dan silah ve ihtiyacı olan diğer malzemeleri temin edemiyordu. Böylelikle karşılıklı çıkarlar gereği doğal bir ilişki vardı.[7]
Sakarya Savaşı sonrası barışı temin için sarf edilen çabaların boşa çıkması, Türklerin kazandıkları başarı sonrası kendilerinden emin olarak milli isteklerini gerçekleştirmek yolundaki istekleri rapora göre; gözlemcileri “Anadolu’daki en iyi çözüme Türk ve Yunan Savaşında birinin ayakta kalması ile ulaşılacağı” sonucuna götürdüğünü, belki böylece İtilaf devletlerinin önerileri veya baskıları dikkate alınabilirdi. “Kemalistlerin veya Yunanlıların, acısız bu başarıya ulaşmalarını söylemek mümkün değildi.”[8]
Raporda değinilen diğer tipik bir konu yine İstanbul ve Ankara arasındaki ilişkilere ilişkindi; Padişah ile halkın Anadolu’daki hareketi algılamalarındaki farklılık şöyle ifade ediliyordu: “Yunan Hükümeti Türkiye ile savaşta idi ama muhtemelen İstanbul Hükümeti bunun dışında tutuluyordu. Bütün Yunanlılar Yunan ordusunun başarısını isterken İstanbul’daki Camilerde ise, halk Kemalist ordunun başarısı için dua ediyordu.” Bu durum İstanbul’un uluslararası hukuk gereği tarafsızlığının sağlanması sonucunu beraberinde getiriyordu.[9]
Raporda Adana’nın Fransızlar tarafından boşaltılması, İtalyanların Antalya’dan çekilmesi ve Ankara’nın Moskova ile ilişkilerinin giderek gelişmesi İngiltere’nin çıkarlarının tehlikeye düşmesi olarak niteleniyordu ve bu durum üzerine ciddiyetle eğilen İngiliz Hükümeti ortaya çıkan yeni siyasi ve problemlere İtilaf Devletlerinin dikkatini çekmişti. Öte yandan İngiliz Hükümeti artık Yunan Hükümetinin ve güçlerinin artık başarılı olacağını önceden tahmin etme konusunda eskisi kadar iyimser değildi. En kötüsü Yunanlıların yenilmesi ve çekilmesi, İtilaf devletlerinin İstanbul ve diğer yerlerdeki pozisyonlarını ciddi olarak etkileyeceği bir gerçekti. Bunun için Türkiye ve Yunanistan İtilaf devletlerinin kabul edeceği şartlarda anlaşmaya varmalı idi. Oysa Fransa ve İtalya bu konuda yapılan görüşmelerde İngiltere ile aynı fikirde olmadıklarını belirttiler. Öte yandan Yunanistan’da İtilaf devletlerinin arabuluculuğunu kabul etmeyerek; Ege denizinin Asya ve Avrupa yakasının Helenizm doğrultusunda alınacağını ve gerekli hazırlıkların yapıldığına inanarak Türk Milliyetçilerini kesinlikle hezimete uğratacağını bildiriyordu.[10]
Rapor tekrar ele aldığı Fransa’nın Ankara ile anlaşmasının İtilaf devletlerinin onayı alınmadan yapılmasını kınıyordu. Üstelik Fransa bu anlaşma ile sadece Türk milliyetçilerine güç vermekle kalmamış terk ettiği bölgedeki Ermenilerin hayatını tehlikeye sokmuştu. Oysa birçok Ermeni Fransızların Kemalistlere karşı verdiği savaşta Fransızlara yardımcı olmuştu.
İngiltere’nin bu konudaki rahatsızlığı 1922 yılına ilişkin yıllık raporda tekrar dile getirilmiş ve İtilaf bloku içerisinde bir kopukluk olarak değerlendirilen bu tavır daha sonra asla onarılamayacak türden bir davranış olarak görülmüştü.[11]
Böylece milliyetçiler Fransa ile yapılan anlaşma ile İtilaf devletlerinin birliğini tamamen bozduklarına inanıyorlardı.[12] Ama rapor; bugün dost olanlarının yarın düşman olabileceğine işaret ediyordu. Nitekim 1923 yılı Türkiye ile ilgili yıllık raporunda Lozan görüşmelerinde Fransa’nın çıkarları doğrultusunda İngiltere ile birlikte hareket etmesi üzerine Fransa’nın ekonomik ve mali çıkarları yüzünden Türkiye’ye karşı tavır değişikliği not ediliyordu.[13]
Gerek Fransa gerek Rusya ile yapılan anlaşma Anadolu’daki harekete, sınırlarını güvenceye alma, yardım temin etme ve Yunanlılar üzerine daha fazla yoğunlaşma imkanı tanırken her iki ülke ile yapılan anlaşma Ermeni umutlarını söndürdü deniliyordu.[14]
Dış ilişkiler başlığında yer verilen İstanbul hükümetinin dış politikasına ilişkin raporun tespiti; İstanbul hükümetinin etkili bir dış politikasının olmadığı yöndeydi. İstanbul Hükümeti zaten sadece İstanbul ve yakın çevresine hakim olup buraları yönetebiliyordu. Aslında İtilaf devletlerinin işgali altında bulunan bölgede İstanbul Hükümetinin gerçekte bağımsız bir politikası yoktu ve denetim yüksek komiserlikteydi.
Zaten İstanbul Hükümetinin işgali devletlere karşı sevme veya sevmeme gibi bir problemi olamazdı. Gerçekte İstanbul’daki Türkler işgalci güçlere karşı gücenik ve kırgındılar ve onlar İtalyanların ve Fransızların görünüşte kendilerine daha fazla sempati ile baktıklarını düşünürken; öte yandan İngiltere’nin müttefiklerine göre daha önde gelen bir güç olduğunu biliyorlardı. Nitekim İngiltere, limanda sürekli en büyük gemisi bulunan, işgal güçlerinin en üst komutasını elinde tutan, geçici mali komisyonun başkanlığını ve yönlendirmesini yapan bir ülke olarak prestiji yüksek bir noktaydı.
Bu bağlamda sonuçta söylenen en önemli şey; bütün Türklerin Küçük Asya’daki çekişmelerde Yunanlılar’ın arkasındaki gücün İngiltere olduğu konusunda emin oldukları ve İngiltere’nin bu savaşta tarafsızlığını açıklamasına kimsenin inanmayacağı idi.[15]
1922 yılına ilişkin Türkiye Yıllık Raporu[16]; Gibbon’un “Decline and Fall of the Roman Empire” Roma İmparatorluğu’nun Çöküşü ve Yıkılışı adlı eserden bir alıntı ile başlıyordu.
Avrupa’nın büyük savaştan yorgun düştüğü ve onun sosyal ve mali kaos içine girdiği, Mustafa Kemal Paşa’nın ise bir elinde kılıç bir elinde Misak-ı Milli ile Helenizm ve İzmir’in yıkıntıları üzerinde yeni bir Türkiye yarattığı, milliyetçi liderin dehası ile canlanan militan İslam’ın Rusya’yı sarstığı ve batılı devletlerin arasını açtığı belirtiliyordu.[17]
1922 yılında hemen hemen bütün Hıristiyan nüfusu küçük Asya’da ya yok edildiği veya sürgün edildiği ve bu sorunun Türkler tarafından kendi usullerince halledildiği söyleniyordu. Ayrıca Sevr anlaşmasının yırtıp atıldığı ve 650 yıllık İmparatorluğun ve Halifeliğin önemli hükümlerinin son bulduğu yazılıyordu.[18]
Raporda Mustafa Kemal Paşa ile yani Ankara Hükümeti ile İstanbul arasındaki ayrılığın Mustafa Kemal Paşa’nın avantajlı bir pozisyon elde etmesine engel olmadığı, tam tersine “Türkiye tek elden tek beyinle ve bir adamla bütünleşen bir topluluk tarafından yönetiliyordu.”
Türklerin zaferi Batılı güçlerin başarılı isteksizliği ve İtilaf Devletlerinin aralarındaki birliğin zayıflığı ile açıklanıyordu. Bir başka neden ise gecikmeydi. Sevr anlaşması eğer Türklere 1919 yılında imzalatılsa idi belki uygulanabilirdi. 1919 yılında Birinci Dünya Savaşının galipleri sınırları ve şartları belirleme hakkını kendilerinde bulabilirlerdi. Daha sonra savaştan yenik çıkan Türkler ağır fakat emin adımlarla toparlanmış, silah bırakmak yerine Yunanlılarla savaşacak duruma gelmişti. Disraeli’nin Lord Derby’e Danimarka krizi sırasında (1864) söylediği gibi; “Eğer uzun süren ateşkes sırasında bir şey elde edilememişse sonunda sen savaş tehlikesi ile karşılaşabilirsin” sözü mevcut duruma örnek olarak veriliyor ve Mondros Mütarekesinin dört yıl sonra Büyük Britanya’nın Mudanya Mütarekesine kadar, pratikte bütün İngiliz halkının şiddetle karşı olduğu bir savaşın eşiğine geldiği yazılıyordu.[19]
Rapora göre Sakarya Savaşı sonrası Türklerin Yunanlıları takip edecek güçleri yoktu. İki tarafın da bitkin düştüğü, birinin diğerine üstünlüğünün olmadığı, neredeyse güçlerinin eşit olduğu ve iki tarafın da savunmayı tercih ettiğini belirten rapor; Türk ve Yunan tarafının aralarındaki hayati farkın, Türklerin Yunanlıları ülkeden defetmek şeklindeki amaçlarında olduğunu söylüyordu. Nitekim Ankara, içinde bulunduğu onca olumsuzluğa rağmen (Meclis içerisinde Mustafa Kemal Paşa’ya muhalefet, iç ayaklanmalar, eşkıyalık, mali sıkıntı vs.) Fransızlar, Ruslar ve Kafkas devletleri ile yaptığı anlaşmalar ile dış politikasını güçlendirmişti ve Misak-ı Milli dışında bir anlaşmayı ancak bir güç ile zorlama ile kabul edebilirdi. Oysa İtilaf devletlerinin aralarındaki anlaşmazlık böyle bir gücün ve baskının mümkün olmayacağını gösteriyordu. Rapor, Batılı devletlerin Boğazları kontrol etmek, Hıristiyan azınlığı ve kendi çıkarlarını korumak için Anadolu’daki harekete tekrar Sevr anlaşmasından daha önce yapılan değişiklik tekliflerinin fazlasını yapmalarını, daha fazla taviz vermelerini öneriyordu.
Sonuçta, Mudanya görüşmeleri öncesi tarafların hazırlıkları ve savaş öncesi yapılan görüşme ve barış denemelerine yer veren rapor, 11 Ekim’de Mudanya Ateşkesi’nin imzalanması ile görülen şeyin Fransızların Türklerle savaşa girmeyi kesin olarak istemedikleri ve İtalya’nın İtilaf ile işbirliğinin ise teorik olduğu ve eyleme yönelik olmadığının anlaşılması olarak ifade ediyordu.
Rapor’a göre Mudanya Mütarekesi ile elde edilen sonuç, Milliyetçilerin Doğu Trakya’yı kazanması değil “Asya’nın Avrupa’ya karşı zafer kazanması şeklinde görülüp anlaşılması engellenemedi”diyordu. Oysa İtalya ve Fransa yenilgiyi kabul etmeye hazırdı. Ama İngiltere yenilgiyi kabul edemezdi ve General Harrington’un kararlı ve sabırlı davranışı ile İngiliz birlikleri korunarak gerekirse savaşa girmeye hazır bir biçimde İmparatorluğun prestijini korumuştu. Eğer İngiltere bu kararlılığı göstermese idi korkunç şeyler olabilirdi. Zaten Türkleri de kazandıkları zaferin İngiltere’ye karşı olduğunu söylüyorlardı.[20] Yunanlılara karşı kazandıkları zafer aynı zamanda İngiltere’ye karşı kazanılmıştı. Rapor; sonuçta Yunanlıların yenilmesi İngilizlerin prestijini de sarstı ve İngiltere’nin Müslüman Türkiye’ye Sevr anlaşmasını imzalatamaması ve Yunanlılar’ı desteklemesi, İngiltere’nin Doğu’daki sömürgelerinde puan kaybı demekti. İngiltere kaybettiği prestijinin bir bölümünü İzmir’in düşmesi sonrası Boğazlar ve Avrupa’ya yönelik Türk ilerleyişine karşı koyarak elde etmeye çalıştı deniliyordu.[21]
İngiltere bu tavırları ile kendisi dışında bölgede bir şey yapılamayacağını ortaya koyarken diğer yandan bölge ile kimsenin ilgilenmediğinin farkında idi. Rapor’a göre nitekim Fransa; “Mustafa Kemal Paşa’nın maşası durumundaydı. İstanbul’u ziyaret eden Fransızlar Türk olan her şeyi övgüyle karşılayarak gülünç oluyorlardı.” Gerçekte ise Fransızlar Türklerle çatışmaya girmeyerek cezayı göze alıyorlardı. Temel kaygıları Kuzey Afrika’daki sömürgelerinde Müslümanların bir ayaklanma çıkarması ihtimali idi. İtalya ve Türkiye’ye asla düşmanlık göstermemişti ve Yunan düşmanlığı ve nefretinde Türklerle aynı duyguları paylaşıyorlardı. İtalya için de temel kaygı ekonomikti ve bu Anadolu’daki Milliyetçiler tarafından İtilaf devletlerinin birliğini bozmada başarılı bir biçimde kullanılmıştı.[22]
1922 yılı raporu son olarak, İngiliz kamuoyunda yine sıkça dile getirilen[23] bir konu olan Anadolu’daki Hıristiyan azınlıkların korunmasına değiniyordu. Lozan anlaşmasındaki sonuç ne olursa olsun Türklerin Hıristiyan azınlıklara ilişkin problemi kendi metotları ile halledeceğine olan inanç, raporda tekrar dile getiriliyordu. Osmanlı İmparatorluğu zamanında ordunun gerisini besleyen, ticari faaliyetleri aktif olarak yürüten ve bir çok iş kolunda yetişmiş elemanları uygulanan politikalarla ülke dışına göndermenin onları yitirmek anlamına geleceği ve Türklerin bu yanlış davranışlarının acısını uzun vadede çekecekleri not ediliyordu.[24]
Daha önceki raporlarda olduğu gibi 1923 yılına ilişkin rapor’da da[25] ayrıntıların yer aldığı Lozan Konferansı, iç siyasi gelişmeler, dış politika, azınlıklar, Patrikhane, askeri olaylar, mali gelişmeler ve İngiliz çıkarları gibi başlıklar alında sunuluyordu.
Rapor 1923 yılına ait değerlendirmelerin yer aldığı giriş bölümünde; Osmanlı İmparatorluğu’nun çalkantılı geçmişi ile yeni kurulan devletin geleceği arasında bulunan Türkiye’ye ilişkin şu tespitleri yapıyordu:
Yeni Türkiye görünüşte oldukça demokratikti veya öyle olmak için temel özellikler taşıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun belli başlı eyaletleri yıllar önce yitirilmişti. Ama Osmanlı Sultan ve Halifesinin son temsilcilerinden kurtularak bağımsızlık ilkesi üzerine kurulan yeni bir devletti ve bağımsız devlet olma hakkını uluslararası anlaşmalarla elde etmişti.[26]
Yeni Türkiye devleti din ve ırk açısından homojendi veya yeni devletin isteği bu yöndeydi. 1908 ılında başlayan ve 1919’a kadar gelişen ve daha sonra da devam ettirilen süreç ile millet olma bilinci gelişmişti.
Yeni Türkiye’de daha öncesinde günlük hayatını düşünen köylü kitlesinden farklı bir kitle ortaya çıkmıştı ve bu aydın kitle sayısı giderek artarak toplumsal konular ile ilgilenmeye başladı. Bunlar bir sınıftı. Sayıları toplam nüfusa oranla azdı ama bu kitle etkili ve verimli idi. Bu sınıfın bir bölümü samimi ve idealistken bir çoğu da çıkarcı olarak tanımlanıyordu. Bu kitle, olaylar içerisinde yaşayarak, tecrübe ederek öğreniyordu ve Türkiye’de kamuoyunu oluşturan ve milliyetçi olarak nitelenebilecek bu sınıfa; memurlar, hocalar, subaylar, meslek sahipleri, gazeteciler, öğrenciler ve bölgenin ileri gelenleri giriyordu. Bunların parolaları ise milliyetçilik ve onun öğeleri idi.
Bu sınıfın temsilcileri Lozan’da toplanan Barış Konferansı sırasında sağlam bir kale gibi durdular ve örgütlenerek Lozan’da Misak-ı Milli’yi elde etme başarısını gösterdiler deniliyordu.[27]
Rapor’a göre bu aydın grup türdeş değildi; bu grup arasında anlaşmazlık konuları sadece şahsi, siyasi ve askeri konular ile ilgili olmayıp bunların yanında gerçek anlaşmazlık Türkiye’nin nasıl yönetileceğine ilişkindi. Bu anlaşmazlıklar 1922 yılı sonuna doğru belirli konular etrafında kristalleşerek 1923 yılına devrolmuştu.
Padişah arkasında güçlü bir halife bırakarak gitmişti. Ama halife, çevresinde sultanın hileli tavırları, muhalifler ve Ankara’ya karşı olanlar için potansiyel bir tartışma konusu ile duruyordu.
Buradan hareketle yine İngiliz Kamuoyunda sıkça dile getirilen konulardan birisi[28] olan İstanbul ve Ankara’nın iki ayrı anlayışı temsil eden şehirler olarak çekişmesi gündeme getiriliyordu. Rapora göre Ankara İstanbul’un işgal sırasında gösterdiği metaneti övüyordu ama özellikle Kurtuluş Savaşı içerisinde yer almamasını da unutmuyordu. İstanbul, Ankara’ya sonradan ortaya çıkan türedi bir şehir olarak bakıyordu. İstanbul ekonomik ve diğer bir çok açıdan Türkiye’nin birinci şehri idi. İtilaf’ın İstanbul’u terk etmesi sonrası İstanbul ve Ankara arasında kimin başkent olacağı tartışması başlamış ve bu tartışmaya Büyük Millet Meclisi Ankara’yı 13 Ekim’de başkent ilan ederek son noktayı koymuştur. Bu durum İstanbul’u muhalif bir şehir veya muhalefetin her zamankinden fazla yoğunlaştığı bir şehir konumuna getirmişti. Rapor’a göre Ankara’nın başkent olarak kalmasına, toplam nüfusun onda biri inanıyordu. Bu tavrı destekleyen davranışların İngiliz Hükümetince de sürdürüldüğü görülüyordu ve 1925 yılı sonuna doğru İngilizler Ankara’nın geçici bir başkent olmadığını anlayacaklardı.[29]
Yeni Türkiye’nin başkenti ile ilgili tartışmalar sonrası raporda Cumhuriyet’in ilanı sonrası Türkiye’nin uygulamaya koyduğu politikaların Laiklik doğrultusunda yeni yapılanmaları beraberinde getirdiği ve yeni Türkiye’nin Panislamist bir politikayı ideal olarak benimsemeyip din işleri ile devlet işlerini ayıran anlayıştan yana tavır koyduğu yazılıyordu. Ama diğer yandan Milliyetçi hareketin başlangıçta kesinlikle İslami ve Asyatik bir tavır sergilediği, Mustafa Kemal Paşa’nın bunu halkı birleştirmek ve halkın mili isteklerini gerçekleştirmek için ve diğer Müslümanların yani İslam ülkelerinin desteğini almak için İslami bir söylem seçtiği ve bu söylemin Misak-ı Milli’yi gerçekleştirmede İtilaf Devletlerine karşı kullanıldığına dikkat çekiliyordu.
Rapor; gelecekte Türkiye’nin isteğinin; kendini yabancı etkisinden ve yönetiminden kurtarmış doğulu bir Müslüman ülke olarak görmekti. Bugün bile onun bu fikirlerinden vazgeçtiğini ve Doğu devletleri federasyonunun liderliğine oynamayı planlamadığını söylemek mümkün değildi.[30]
Daha önce değinilen Hıristiyan azınlıkların durumu ile ilgili konuya hassasiyet devam ediyordu. Yeni Türkiye’de her şeyi ile Türk olan bir vatan ve her şeyin Türkler tarafından yürütüldüğü bir yönetim anlayışının benimsenmesinin yanlışlığına işaret edilerek yeni Türkiye’nin bu yapılanmada yabancı yardımı olmadan ve gayrimüslimler olmadan başarı sağlaması mümkün görülmüyordu.[31] Yani Türkler ticaretten ve bazı mesleklerden anlamıyorlardı, onlar adına bu faaliyetleri yürüten Hıristiyanlardan bir günde kurtularak bu işi kendilerinin yürütmesi imkansızdı. Yine Türkler Batılı sermaye olmadan bu dönüşümü sağlayamazdı. Batılı sermaye denince ise akla İngiltere ve Londra geliyordu. Batılı sermaye ise güvence isterdi salt bağımsızlık uğruna bu tür güvencelerden vazgeçilmemeliydi. Nitekim Rapor’a göre Türkiye’nin geleceğe ilişkin endişelerinin başında ekonomik sorunlar vardı ve Mustafa Kemal Paşa’nın yaptığı konuşmalarda buna işaretle yabancı sermayeyi yüreklendirme ve teşvik dışında buna duyulan ihtiyacı dile getirdiği belirtiliyordu.
Oysa Lozan Barış Anlaşması sonrası ekonomik durumu iyi olmayan Türkiye’de yabancı düşmanlığı şahlanmıştı ve bunu yatıştırmaya, ortadan kaldırmaya Mustafa Kemal ve İsmet Paşa’ların gücü yetmiyordu.[32]
Sonuçta raporlarda ve İngiliz kamuoyunda yer alan; yeni hareketin yürütüldüğü diplomasinin eski ile aynı olduğu ve değişmediği, Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki hareketin Misak-ı Milli’yi gerçekleştirmede gösterdiği kararlılık, Anadolu hareketinin İtilaf blokunu çatlatma yolunda devletler ile ayrı ayrı anlaşarak İngiltere’yi yalnız bırakmak istemesi ve bunu başarı ile yürütmesi, azınlıkları elimine eden ve her türlü faaliyetin Türkler tarafından yürütülmesi isteği ve her alanda bağımsızlık konusundaki hassasiyet ile bütün bunları yaparken hareketin referans noktasının artık İslamiyet olmayıp milliyetçilik ve onun gerekleri olduğu, muzaffer milliyetçiliğin yeni Türkiye’nin ruh hali olarak tanımlanması, İngiltere’nin Ortadoğu’ya ilişkin konularda hakim devlet olarak isteklerini Yunanistan üzerinden gerçekleştirmek isteyişi, Anadolu’daki hareketin Bolşevik Rusya ile ilişkisi Moskova’nın etkisinde oluşu, Anadolu hareketinin eski devlet ve onun anlayışından farklı bir anlayış milli ve laik bir devlet anlayışını benimsediği ve buna uygun bir toplum yaratma yolunda radikal reformlardan yana olduğu yolundaki tespitleri yapmak sanırız yanlış olmayacaktır.
* Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü
[1] Bu konuda farklı dönemlerde yapılan yorum ve değerlendirmeler için bkz: Times, 7 Ocak 1922, s.11; Near East, 6 Ocak 1922, s.18. Her iki yayın organı İtalya ve Fransa’yı birlikte hareket etmeye davet ediyor ve birlikte hareketin İslam Dünyası nezdinde Batı Medeniyetinin birlikteliğini göstermesi açısından çok önemli olduğuna vurgu yapılıyordu.
[2] PRO.FO. 371-7947/11940/E4988/44-5-3. Bundan sonraki dipnotta yıllık raporların dosya numarası verilmeyip sadece yıl ve sayfa numarası verilecektir.
[3] 1921, s.4.
[4] Bu tarz ifadelere İngiliz basınından da örnekler bulmak mümkündür. Gerek Lozan sırasında ve öncesinde basın Türkiye’ye bazı imtiyazlar tanınmasını, aksi halde Türkiye’nin bağımsızlığı ile ilgili endişeleri giderilmeden barışı sağlamanın mümkün olmadığı ifade ediliyordu. Times, 20 Mart 1922, s.13.
[5] 1921, s.4.
[6] Bu tür endişelere İngiliz basınında 1926 yılına kadar yani İngiltere ile Musul sorununun halledilmesine değin rastlamak mümkündür. Bkz: Times, 14 Ekim 1922, s.11; 7 Ekim 1922, s.11; Daily Express, 28 Ocak 1923, s.7,; The Sunday Referee, 28 Ocak 1923, s.7; Morning Post, 31 Ocak 1923, s.6.
[7] 1921, s.5. Anadolu’daki hareketin üzerine fazla gidilmesinin yanlışlığını işaret eden bazı İngiliz yayın organları bunun Anadolu’yu Bolşeviklerin kucağına iteceğine işaret ediyor ve bu konuda yöneticileri uyarıyorlardı. Bkz: A. Hulme Beaman, “Lausanne and its Lessons”, Nineteenth Century and After, Mart 1923, c.93, s.326.
[8] 1921, s.6.
[9] 1921, s.9.
[10] 1921, s.13.
[11] PRO.FO. 371-9176/E10937/44, s.2.
[12] 1921, s.23.
[13] PRO.FO. 371-E 4095/44, s.22.
[14] 1921, s.20.
[15] 1921, s.21.
[16] PRO.FO. 371/9176/10937/44.
[17] Türklerin Lozan’da “Bir elinde kılıç bir elinde zeytin dalı” ile geldiği yolunda yıllık raporda geçen tabir benzeri yazıları dönemin İngiliz basınında görmek mümkündü.
[18] 1922, s.2.
[19] 1922, s.3, İngiliz halkının savaşa karşı olduğu ve ülkesindeki olumsuzlukların giderilmesini istediği yolundaki görüşlere bazı İngiliz gazetelerinde rastlamak mümkündür. Bkz: Daily Herald, 3 Ocak 1923, s.4; The Sunday Pictorial, 28 Ocak 1923, s.6; 18 Şubat 1923, s.6; Weekly Dispatch, 18 Ocak 1923, s.8; 11 Mart 1923, s.8.
[20] 1922, s.16.
[21] 1922, s.24.
[22] 1922, s.25.
[23] Türklerin saldırgan milliyetçilik ve ruh hali ile azınlıklara zarar verebileceği düşünülüyordu. Bkz: Times, 13 Aralık 1922, s.11; Near East, 11 Ocak 1923, New Statesman, 11 Kasım 1922, s.165.
[24] 1922, s.33.
[25] PRO.FO. 371/E 4095/4095/44.
[26] 1923, s.1.
[27] 1923, s.2.
[28] İstanbul’un başkent olarak kalması için gerekçeler sıralayan İngiliz basınının Ankara’yı sürekli olarak başkent görmeyişleri ile ilgili olarak bkz: Daily Telegraph, Aralık 1924, s.8; Times, 24 Ocak 1922, s.11; 28 Aralık 1923, s.9; 31 Ekim 1924, s.13; Westminister Gazette, 18 Ağustos 1923, s.4.
[29] Bu konudaki tavır değişikliği için bkz: Times, 5 Aralık 1925, s.11.
[30] 1923, s.3.
[31] Bu konu da İngiliz kamuoyunda sıkça dile getirilmiş ve Türkiye’nin tavrı eleştirilmiştir. Bkz: Morning Post, 3 Ocak 1924, s.7; 4 Ocak 1924, s.5; Economist, 12 Mayıs 1923, s.981; Times, 28 Kasım 1923, s.11.
[32] 1923, s.5. Raporda benzeri bir yaklaşımın yabancı okullar ile ilgili tavırda da kendini gösterdiği, yeni Türkiye’nin eski rejimin yabancı kurumlara verdiği imtiyazı kaldırması ile yaşanan problemlere değiniliyordu. Milliyetçi Türklerin yeni okullara (Kiliseler hariç) karşı bakışı şüpheciydi ve kıskançlık içeriyordu. İşin aslı yeni politikalarda Lozan sonrası durumdan yararlanacak bu kurumlar üzerinde sıkı bir kontrol sağlama ve bu kurumların hareketsiz kalmaları ve yok edilmesi planlanıyordu. Bkz: 1923, s.45.